Aile İçi İletişimde Neden Sorun Yaşıyoruz?

Hepimizin hayata ilk adım attığı, güven duygusunu ilk kez tanıdığı, sevilmenin ve değer görmenin ilk örneklerini öğrendiği yer: aile. İnsan ruhunun kök saldığı bu yuva, aynı zamanda birlikte büyümeyi, birbirimizi anlamayı ve uyum sağlamayı öğrendiğimiz bir alan.

Ne var ki aynı çatı altında yaşamak her zaman iletişimin kendiliğinden kolay olacağı anlamına gelmiyor. En çok önem verdiğimiz ilişkilerde bile bazen yanlış anlaşılmalar yaşarız. Bazen söylemek istediklerimizi tam ifade edemeyiz.

Nesiller değişiyor, alışkanlıklar dönüşüyor, ihtiyaçlar farklılaşıyor… Ama aile içi iletişim söz konusu olduğunda hepimizin zaman zaman zorlandığı ortak noktalar var.

Peki, neden hâlâ iletişimde bu kadar zorlanıyoruz?

Duyguları İfade Etmek, İletişimi Besler

Aile terapisti Virginia Satir’in altını çizdiği önemli bir nokta var: Birçoğumuz, duyguların açık açık konuşulmadığı ailelerde büyüdük. O dönemin koşulları, kültürel yapısı ve yetiştirilme tarzı gereği duygusal ifade çoğu evde “fazlalık” gibi algılanıyordu. Kimi zaman öfkeyi göstermek ayıp sayılırdı, kimi zaman korkuyu dile getirmek zayıflık olarak görülürdü.

Bu yüzden çocuklara “Ağlama”, “Abartma”, “Boş ver” gibi cümleler sıkça söylendi. Kimse kötü niyetle söylemezdi; o dönem böyle öğrenilmişti, böyle öğretilmişti. Otoritenin daha belirgin olduğu, itirazın pek hoş karşılanmadığı bir kültürün içindeydik.

Duygusal ihtiyaçların önemi pek bilinmediği için daha çok davranışlara odaklanılırdı. Kurallar takip edilmeli, saygı korunmalıydı. Mesafe çoğu zaman güvenli bir alan gibi görülürdü.

Bugünse duygular kelimelerle ifade edilemediğinde kendini davranışlarda göstermeye başlıyor. Söylenemeyen sözler, biriken kırgınlıklar, öfke patlamaları, görünmez gerginlikler aile içinde iletişimi zorlaştırabiliyor. Çünkü duygu ifade edilmediğinde yok olmaz; içte birikir ve biriktikçe ilişkinin içine yavaşça sızar.

Çocukken duyduğumuz o cümleler zamanla görünmez duvarların oluşmasına sebep olur. Birike birike kızgınlıklar sessizliklere, kırgınlıklar mesafelere, ihtiyaçlar tahminlere dönüşür. Bu durum eşler arasında böyle gözükürken bu neslin çocukları için de zorlayıcı bir tablo oluşturabilir.

Kuşaklar Arası Beklenti Farkları

Araştırmalar bizim kuşakla yeni kuşak arasındaki farkın üç temel başlıkta toplandığını gösteriyor: hız algısı, ifade özgürlüğü ve duygusal görünürlük. Yani yeni nesille aramızdaki farklılık sadece kültürel değil; aynı zamanda düşünme biçiminden iletişim tarzına kadar uzanan çok yönlü bir değişim.

Daha önceki kuşaklarda sabır, sessizlik ve uyum daha çok değer görürdü. Bu yüzden birçok ailede beklentiler bu yönde şekillendi. Bugünse çocuklar ve gençler kendilerini daha açık ifade edebiliyorlar. Dolayısıyla zaman zaman aile içinde duyduğumuz cümleler şöyle olabiliyor:

· “Bugünün çocukları çok sabırsız! Hiçbir şeye sabredemiyor.”

· “Ben senin yaşındayken neler yapıyordum!”

Böyle bir bakış açısıyla kuşak çatışması kaçınılmaz oluyor.

Aslında bu ifadelerin anlamı, beklentilerin birbirine uyumlu olmaması. Biz yetişkinler yetiştirilme biçimimizle alâkalı olarak sessizliği saygı olarak kodladığımız için iletişim kurmakta zorlanabiliyoruz. Yeni nesil ise kendini ifade etmekten çekinmiyor, bizim sessiz duruşumuzu anlayamıyor.

Aile sistemleri kuramına göre nesilden nesile aktardığımız üç miras var:

· İletişim biçimimiz

· Duygusal tepkilerimiz

· Yakınlık mesafemiz

Eğer bugün bir kırılma yaşıyorsak getirdiğimiz bu mirasın izleriyle yeni neslin beklentilerinin birbiriyle temas etmemesinden kaynaklanıyor. Bu noktada Satir’in önerisi bize yeni bir pencere açıyor:

Farklılıklara çatışma nedeni olarak değil; zenginlik ve çeşitlilik olarak değerlendirmek.

Önemli olan bu farklılıkları yönetmeyi öğrenebilmek!

Yeni neslin beklentilerinden biri de anne babanın bir tür “duygusal antrenör” olması. Elbette bu, duyguların konuşulmadığı ailelerde büyümüş yetişkinler için ilk anda kolay olmayabilir. Kendi duygusunu anlamakta zorlanan biri, doğal olarak çocuğuna bu beceriyi aktarmakta da zorlanabilir.

Ama ümitsizliğe düşmeyelim! Bunun da bir yolu var:

Geçmişin sessizliğini adım adım kırmak.

Daha sağlıklı bir aile içi iletişim için duyguları bastırmak yerine adlandırmak ve saygılı sınır koyma zemini geliştirmek oldukça dönüştürücüdür. Bu adımlarla aile bireylerinin birbiriyle bağlantı kurması mümkündür. Bunları üç adımda özetleyebiliriz:

(1) Bilişsel empati: Duygusal olarak kendini ifade etmekte zorlananlar veya başkasının duygularını anlama konusunda yol alamayanlar için ilk adım bu olabilir. Önce karşımızdakinin davranışını yargılamak yerine sorabiliriz: “Şu anda ne hissediyor? Neden böyle davrandı?”

(2) Duygu sözlüğü: Duygularınızı tanımlayın. Bize sorulduğunda en fazla verdiğimiz cevap “İyiyim” veyahut “İyi diyelim, iyi olsun”. Evet, bunun olumlamaya katkısı büyük ama duyguları ifade etmenin verdiği bir rahatlama var: “Hayal kırıklığına uğradım.”, “Endişeliyim.”, “Korkuyorum.” gibi.

(3) Şefkatle sınır koymak: Duygularını göstermek çoğu insan için kontrolsüzlük anlamına gelir. Ama duyguları dile getirerek de hem sınırı hem de saygıyı muhafaza etmek mümkündür.

Aile İçi Roller Doğru İşliyor mu?

Aile Sistemi Kuramı’na göre Bowen der ki: “Bir kişi fazla sorumluluk alıyorsa diğerleri geri çekilir.” Bu cümle aslında pek çoğumuzun ev içinde yaşadığı görünmez döngüyü anlatır. Hiç fark ettin mi? Evde sorun çıktığında toparlayan, duygusal boşlukları dolduran, iletişimi yeniden kurmaya çalışan hep aynı kişi oluyor. Bu kişi çoğunlukla annedir! Yorulan, tükenen, kırılganlaşan ve bir süre sonra iletişimi de taşıyamaz hale gelen…

Bowen şu iki tespitte de bulunur:

· Bir kişi sürekli duygusal yük taşıyorsa ilişkilerde dengesizlik olur.

· Rollerin belirsizliği çatışma doğurur.

Aslında günlük hayatın içinde bu tespitleri çok net görürüz. Aile içi çatışmalar bu dengesiz dağılımlarla ortaya çıkabilir. Bir evde duygusal yük tek bir kişide toplanmışsa, diğerleri “Zaten o halleder” diyerek geri çekilir. Zamanla bu rol bir görev gibi kişiye yapışır; o kişi istemese bile kendini hep sorumlu hisseder. Diğer aile üyeleri de farkında olmadan bu rolü ona ait bir kimlikmiş gibi kabul eder. Böylece yük taşıyıcı yalnızlaşır; yalnızlaştıkça da hem duygusal hem fiziksel olarak yıpranır.

Peki, bu döngü nasıl kırılır?

Öncelikle aile içinde rollerin netleştirilmesi gerekir. Herkesin sorumluluğunun, sınırının ve katkısının görünür hale geldiği bir düzen… Böylece ne duygusal yük tek bir kişide toplanır ne de ilişki dengesiz bir yapıya sürüklenir.

Ailede sorumlulukların sağlıklı bir şekilde paylaşılması yalnızca yükü hafifletmez; aynı zamanda bağı da güçlendirir. Çünkü paylaşılan sorumluluk, paylaşılan bir hayat demektir. Bir kişinin yüklendiği roller yerine birlikte taşınan bir aile sistemi, iletişimi doğal olarak besler ve güçlendirir.

Aile İçi İletişim Nasıl Güçlenir?

Aile içi iletişim çok boyutlu bir kavramdır ve her ailede farklı dinamiklerle şekillenir. Fakat genel bazı küçük adımlar bile iletişimde yeni bir nefes alanı açabilir.

Unutmayalım; evlilik ya da aile içinde iletişim ne tamamen çözümsüzdür ne de tamamen kusursuz olabilir. Ama anlamaya çalışmak her zaman iyileştirici bir güce sahiptir.

Kimi zaman yalnızca dinlemek kimi zaman gönülden söylenen bir söz kimi zaman da hiç söylenmeyen ama hissedilen bir cümle bile kalpleri onarmaya yeter.

Aslında aile içi iletişimin güçlenmesi, büyük adımlarla değil; sevgi, saygı, empati ve şeffaflıkla beslenen küçük davranışların birikimiyle gerçekleşir. Birbirini yargılamadan dinleyen, duygularını saklamadan ifade eden ve sorumlulukları adilce paylaşan ailelerde bağlar kendiliğinden güçlenir.

Sonuçta herkesin duyulmaya, görülmeye ve anlaşılmaya ihtiyaç duyduğu bir dünyada yaşıyoruz.