Modern hayatın dinamikleri çok hızlı değişiyor. Gençler, henüz kendilerini tanımaya çalışırken sosyal medyada görünür olmaya çabalıyor. Ancak bunun sonucu olarak her geçen gün gazetelerin üçüncü sayfalarında gençlerin suça sürüklendiği ya da intihar ettiği haberlerini görüyoruz. Daha hayatlarının başındayken, neden bu kadar derin bir boşluk hissi yaşıyorlar?
Önüme düşen haberler, bu soruların cevaplarını bulmak için kafamda dolaşıp duruyor. Bugün de beraber sesli düşünelim!
Gerçek Hayat ile Sanal Hayat Arasındaki Uçurum
Gençler artık dijital vitrinlerde büyüyor. Sosyal medya hesaplarındaki herkes günün her anında mutlu. Enerjik. Eğleniyor… Küçük yaşlarda Youtube’da çektiği videolarla milyonlar kazanan içerik üreticileri var karşımızda. Her biri birer başarısı öyküsü gibi sunuluyor. Her biri gençler için birer rol modele dönüşüyor.
En tehlikeli yanı, bu vitrinin sadece gençleri değil, hepimizi etkilemesidir. En iyi anların paylaşıldığı bu dijital sahnede, herkes farkında olmadan kendisini bu kurgu dünyayla kıyaslamaya başlıyor. Psikolog Sherry Turkle, Alone Together adlı kitabında bu duruma çok güzel parmak basıyor:
“Gerçeklik giderek sanal olanın gölgesinde!”
Wall Street Journal’da yer alan bir araştırma, ergenlerin günde ortalama 9 saatini ekran karşısında geçirdiğini ortaya koyuyor. Tam da kimlik gelişiminin şekillendiği bu yaşlarda, dış onay artık ekranlardan geliyor. Ergenlik döneminde dış onay hayati önem taşır. Literatürde buna “ayna benlik” adı verilir. Yani birey, artık dış dünyaya açılır; başkalarının gözünden kendini görmeye başlar. Ne yazık ki bu ayna artık dijital bir ekran. Üstelik o ekranda beğenilen benlik, filtrelenmiş ve gerçek dışı.
Mükemmelliğin Ardındaki Yetersizlik Hissi
Kahvaltı sofraları bile artık onlarca çeşit, her kare estetik ve kusursuz... TikTok, YouTube gibi platformlar, mükemmel görünmeyi neredeyse zorunlu kılıyor. Mükemmellik arayışı, artık beğeni sayısıyla ve takipçi miktarıyla ölçülüyor.
Fakat yapılan araştırmalar, bu “sanal başarı”ların gençlerde gerçek bir tatmin yaratmadığını gösteriyor. Journal of Abnormal Psychology dergisinde yayınlanan bir çalışma 18-25 yaş arası gençlere ait. Sosyal medya kullanan bu genç grupta depresyon ve anksiyete oranı yüzde 63’e yükselmiş. Yani sosyal medyada geçirilen süre arttıkça kişinin kendisine duyduğu özsaygı düşüyor.
Kendini sürekli başka hayatlarla kıyaslayan gençler, zamanla yetersizlik ve değersizlik hislerine kapılıyor. Hayatın doğal akışındaki inişler ve çıkışlar artık “anormal” gibi algılanıyor. Çünkü dijital vitrinlerde yalnızca “yukarı çıkanlar” gösteriliyor.
Anlamı Nerede Arıyoruz?
Sürekli mutluymuş gibi davranmak, zengin görünmek, dikkat çekmeye çalışmak… Bütün bu çabanın arkasında aslında kabul edilme arzusu yatıyor. Ancak çelişki şurada: Bu yüzeysel arayışlar, gençlerin içindeki boşluğu dolduramıyor.
Günün sonunda ekran kapandığında, birey yalnızlığı ile anlamsızlık hissi ile baş başa kalıyor. Çünkü insan, doğası gereği anlam arar. Viktor Frankl, İnsanın Anlam Arayışı adlı eserinde şöyle der:
“İnsanı hayatta tutan şey, yaşama anlam katmasıdır.”
Bugün gençler, bu anlamı beğenilerde, takipçi sayılarında ve algoritmalarda arıyor. Sonuç? Bitmeyen bir tükenmişlik hali…
· Her gün bir şeyler paylaşma baskısı
· Beğenilmeme kaygısı
· Dışlanma korkusu
Danimarka’da yapılan bir araştırma, sosyal medya kullanımını sadece iki hafta bırakan bireylerde yüzde 22 oranında mutluluk artışı olduğunu ortaya koyuyor.
Sosyal medya, gençlerin en kıymetli kimlik inşa sürecinde içlerine değersizlik tohumları ekiyor. Oysa en değerli şey, başkalarının beğenisini almak değil; anlamlı bir hayat yaşamaktır.
Modern hayat, insana konfor ve teknoloji sunarken aidiyet, anlam ve ruhsal derinlik gibi ihtiyaçları gölgeliyor. Modern hayatın insana sunduğu imkanlar aslında çok caziptir. Sosyal medyada beğenilmek, kariyer yapmak, yeni bir telefon almak, marka kıyafet giymek… Ama bunlar insanı sürekli tüketim kültürüne yönlendirir. “Mutlu olmak için şunu yap, bunu satın al, şöyle yaşa…” Bu direktifler, kısa süreli mutluluk getirir.
İnsan yaradılış gereği kalıcı bir tatmin arar: anlam.
Bu anlam kaynakları yüzeyselleştikçe “Ben ne için yaşıyorum?” sorusunun cevabını vermek kolay olmuyor. Peki, bu anlam nerede gizli?
İnsan sadece yaşamakla tatmin olmuyor. Yaşadığı şeyin anlamlı olduğuna inanmak istiyor.
Mutluluk uğruna peşinden koştuğumuz birçok şey (terfiler, tatile çıkışlar, pahalı eşyalar) kalıcı bir tatmin sağlamıyor. Bunun sebebi, hepsinin kısa süreli dopamin patlamaları olması. Oysa insanın ruhu sadece hazla değil; anlamla besleniyor. İşte bu yüzden bazı insanlar başkalarına yardım ettiklerinde, bir hayır işinde çalıştıklarında veyahut bir yetimin başını sıvazladıklarında kendilerini daha tam ve daha iyi hissediyor.
Bu hissi keşfeden Martin Seligman gibi pozitif psikoloji öncüleri, insan için anlamın gücünden bahsediyor. Yardım etmek, topluma katkı sağlamak gibi eylemler; bireyin kendini daha huzurlu hissetmesini sağlıyor.
Gündelik koşuşturmaca içinde durup düşünmek, sorgulamak, hissetmek için neredeyse hiç zamanımız olmuyor. Anlamı yeniden bulmak için bireyin kendisine dönmesi gerekir. Çağdaş yaşamın dayatmaları konfor ve teknoloji sunarken ruhsal derinlik ve anlam arayışı gölgede kalıyor. Ancak insan sadece “yaşamak” için değil; “anlamlı yaşamak” için vardır.
Nerede Yanlış Yapıyoruz?
Şimdi okları kedimize çevirelim. Çevremize bakalım:
Gelecek kaygısı yaşayan, ne yapmak istediğini bilmeyen, "Benim amacım ne?" diye sorgulayan gençlerle dolu bir dünyada yaşıyoruz.
· Sadece sınavlara hazırlanmak bir hedef midir?
· Ailenin istediği mesleği kazanmak çözüm müdür?
· Ya da sadece iyi bir işe girip para kazanmak mı amaçtır?
Hayır!
Bir gencin hedefi, sadece “başarı” değil, “anlam” odaklı olmalıdır. Ne yazık ki biz, çocuklarımıza hayatta anlam aramayı öğretmiyoruz. Onları kalıplara sokuyoruz ama kalıpların dışına taşınca ne yapacaklarını bilmiyorlar. Buldukları adres de sosyal medya gibi mecralar oluyor.
Çocuklarımız aslında bizimle konuşmak istiyor. Ama konuşamıyor çünkü onları hep eleştiriyoruz. Bazen bir gencin gözlerinin içine bakıp “Nasılsın?” demiyoruz. Sorsak bile cevabını gerçekten dinlemiyoruz.
Her şey evde başlıyor. Bir anne baba, çocuğunun gözlerine bakarak “Sen değerlisin” diyebilmeli. Öğretmenler, öğrencilerinin sadece akademik değil, ruhsal gelişimiyle de ilgilenebilmeli.
Anne babalar olarak çocuklarımıza maddi imkânları sunuyoruz ama manevi destek sağlayabiliyor muyuz? Çocuklarımızı sınavdan sınava koştururken gerçek bir yaşam amacı gösterebiliyor muyuz?
Hedef sadece diploma ya da para kazanmak olunca kimse iç huzuru bulamıyor. Hedef; başkalarına faydalı olmak, iç huzuru bulmak, bu dünyada bir iz bırakmak olursa hayat anlam kazanıyor.
Anlamlı Bir Hayat İçin Ne Yapmalı?
Günümüzün yaşam tarzı cazip olabilir; ancak gençlerin gerçekten ihtiyaç duyduğu şey “anlam”dır. Bu anlamı bulmaları için onlara yol göstermek, yönlendirmek, cesaret vermek zorundayız.
Gençlere anlamlı hedefler vermeliyiz.
Onları, varlıklarıyla kabul etmeliyiz.
Hayatın inişli çıkışlı bir yolculuk olduğunu öğretmeliyiz.
Ve her şeyden önemlisi, sevgiyle yaklaşmalıyız.
Çünkü bir gencin içindeki boşluğu ancak anlam doldurur. Ve anlam, ekranda değil; insanın yaradılış gayesinde gizlidir.