Kütüphanede kitaplar arasında dolaşırken elim Palto’ya takıldı. Rus edebiyatının ustası Nikolay Gogol’un kaleme aldığı Palto hikâyesini okuyanlar bilir. Küçük memur Akakiy Akakyeviç yıllarca eski bir palto ile yaşar. Yeni bir palto alabilmek için yıllarca biriktirdiği emeği terziye verir.

Çünkü o palto, sadece soğuktan korumayacak; toplumun gözünde görünür olmasını ve itibar kazanmasını sağlayacaktır. Uzun yıllar bunun hayalini kurar. Ne var ki paltosunu kaybettiği anda kimliği ve itibarı da elinden kayıp gider.

Bu hikâye aslında çok tanıdık değil mi?

Sanki insanlık hâlâ Akakiy’in paltosunun gölgesinde dolaşıyor. Bugünün pahalı arabaları, lüks evleri, gösterişli tatil köyleri… Hepsi modern zamanın paltosuna dönüşmüş gibi.

Kapitalizm ve Normların Çözülüşü

Hepimiz biliyoruz ki kapitalist sistem insanı iki role sıkıştırıyor: üretici veya tüketici. Kazanç hırsı ile her şeyin mubah görüldüğü bir düzen işliyor. Çünkü bu düzen içinde; hızlı, kolay ve yüzeysel olan hemen alınıyor, değerlendiriliyor ve ödüllendiriliyor. Buna oyunu kurallarına göre oynamak deniliyor.

Buna karşılık derin bilgi, etik değerler ve uzun çaba gerektiren işler geri planda kalıyor. Çoğu zaman göz ardı ediliyor; sanki ilerlemiyor, yerinde sayıyormuşsun izlenimi veriyor. Bauman’ın da dediği gibi, gelir eşitsizlikleri insanları normatif yolların dışına itiyor. Kurallar esnedikçe anlık tatmin peşinde koşanların sayısı artıyor. Yani hedefe ulaşmak için her yol meşru görülüyor. Değerler değiştikçe normalleşen davranışlar da ters yönde işlemeye başlıyor.

Bugün trafikte ya da kuyrukta hakkı çiğneyene uyanık gözüyle bakılmıyor mu?

Bağlantısı güçlü, parası çok olan kişi neden daha itibarlı görülüyor?

Palto arzusunun modern versiyonları karşımıza bambaşka şekillerde çıkıyor. Pickett ve Wilkinson da Ruhunuzu Nasıl Kaybettiniz? kitabında statü kaygısının giderek arttığını ve bireylerin hızlı çözüm yollarına yöneldiğini açıkça ortaya koyuyor. Yani mesele sadece ekonomik değil; aynı zamanda ruhsal, toplumsal ve kültürel bir çözülüşü de işaret ediyor.

Görünür Olmak Zorunlu

Akakiy’in paltosu, onun sokakta fark edilmesini sağlayan bir işaretti. Bugün ise insanları görünür kılan bambaşka bir alan var: sosyal medya. Baudrillard’ın söylediği gibi artık nesneler kullanım değerine göre değil, gösterge değerine göre satın alınıyor. Değer, ne işe yaradığından çok, ne gösterdiğiyle ölçülüyor.

Bugün bir kişinin görünürlüğünü belirleyen şey; takipçi sayısı, lüks yaşam standartları ve sergilenen imaj hâline geldi. Toplumun genel algısı da bu göstergelere göre şekilleniyor.

Hal böyleyken şu soru ister istemez akla geliyor:

Bir yıl boyunca emek verilmiş bir iş mi daha cazip, yoksa kısa yoldan bir ayda aynı geliri elde etmesi mi?

Bu illüzyon gençleri ve yetişkinleri etik olmayan yollara sürükleyebiliyor. Yatırım adı altında sunulan hayali kazanç vaatleri, hızlı zenginleşme söylemleri, kolay para formülleri… Hepsi aynı tuzağın farklı yüzleri. Saadet zincirlerinde birikimini kaybeden yüzlerce insan oldu. Bahis siteleri, şans oyunları nedeniyle hayatı altüst olan insanlar aramızda dolaşıyor.

Tüm bunların temelinde hızlı zenginleşme arzusu, bir anda statü kazanmak yatıyor.

Eskiden günah ve toplumsal ayıp olarak görülen pek çok davranış bugün fırsatçılık adı altında meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Etik pusulamız bireysel olarak değil; toplumsal olarak da yön değiştiriyor.

Normları ve Kuralları Hatırlamak Zor mu?

Kapitalist düzen hız ve anlık mutluluk vaat ediyor ama gerçek hayatta tablo hiç de öyle değil. Yuvalar dağılıyor, insanlar özlemle bekledikleri huzuru bir türlü bulamıyor. Çünkü emek verilmeden elde edilen hiçbir şey kalıcı bir tatmin sunmuyor.

Dizilerde veya sosyal medyada genellikle karşımıza şu mesaj çıkıyor:

Emek veren geride kalır; sınır tanımayan ise ödüllendirilir.

Bu algı yaygınlaştıkça ahlaki çözülme neredeyse kaçınılmaz hale geliyor.

Oysa insan fıtratı hıza değil, ritme ayarlı. Karıncanın, arının, küçücük canlıların bile koşuşturması kendi yaratılış amacına uygun bir düzen içinde. Bütün canlılar rızkının peşinde…

Peki biz, kendi yaratılış amacımızı biliyor muyuz?

Bir insanın gerçek değeri gerçekten de cüzdanla, unvanla, görünür başarılarla ölçülebilir mi?

Toplumsal yaşamı ayakta tutan, çoğu zaman yazılı olmayan etik normlardır. Bu normlar; hem bireysel hem de toplumsal vicdanı taşıyan görünmez direkler gibidir.

Bugün “Ne iş yapıyorsun?” sorusunun yerini “Ne kadar kazanıyorsun?” sorusu aldıysa burada sadece ekonomik değil; değerler düzeyinde bir sorun var demektir.

Öz-Değer ve Kırılgan Statü

Psikolojide öz-değer, insanın hiçbir koşula bağlı olmadan, doğuştan getirdiği değer olarak tanımlanır. Bu değer ne başarıyla ne unvanla ne de sermayeyle kazanılır; çünkü zaten vardır.

Kişinin kendini yalnızca maaşı, unvanı ya da kazandığı başarılar üzerinden tanımlaması ise koşullu öz kabule işaret eder. Bu yaklaşım bireyi sürekli kaybetme korkusuna, kırılgan bir özgüvene ve bitmeyen bir kaygıya sürükler. Çünkü statü, aynı geldiği hızla elden gidebilir.

Carl Rogers’ın da vurguladığı gibi “Ancak zengin olursan değerlisin” mesajlarıyla büyüyen bireyler statüye bağımlı bir öz-saygı geliştirir. Oysa statüden bağımsız değer, sağlam bir ruhsal temel sağlar.

Modern insanın statüye hızla bağımlı hale gelmesi ise beraberinde norm kaybını getiriyor. Bu hem dini emirlerden hem de ruh sağlığının temel prensiplerinden uzaklaşıldığının bir göstergesi aslında.

İnsanın Değeri Neyle Ölçülür?

Günümüz dünyasında insanın değeri çoğu zaman banka hesapları, sosyal medya takipçi sayıları, sahip olunan evler ve arabalar üzerinden tartılır hale geldi. Modern hayat, ölçülebilen ne varsa ona değer yüklüyor. Fakat insanın hakiki değeri, ölçülebilir değil; ölçülemeyecek kadar derindir.

Kur’ân’da geçen “Biz Âdemoğlunu şerefli kıldık.” ayeti insanın değerinin servet veya unvan ile değil, yaratılıştan gelen kıymeti ile ilgili olduğu açıkça ortaya koyar. Bu şeref, insana verilmiş bir iltifat değil, sorumluluk yükleyen bir kimliktir.

Peygamberimiz (a.s.m.) de insanların arasındaki tüm dünyevi ayrımların ilahi değer karşısında bir anlam ifade etmediğini defalarca vurgulamaktadır. Irk, dil, zenginlik, makam… Hiçbiri bir insanı diğerinden üstün yapmaz.

Üstünlüğün tek ölçüsü takvadır.

Bugün modern yaşam bize başka bir hikâye anlatıyor. Hızın ve rekabetin hâkim olduğu bu düzen, ne olduğun değil; neye sahip olduğun üzerinden bir değer ölçüsü dayatıyor. Kazandığın kadar varsın, görünür olduğun kadar değerlisin.

Bunca gürültü, hız, gösteriş ve statü yarışı arasında biz neyi kaybettik?

Gogol’un Palto hikâyesindeki Akakiy gibi, modern insan da çoğu zaman değerini dışsal bir paltoya bağlamaya çalışıyor. Oysa paltosunu kaybettiğinde kaybolan sadece kumaş parçası değildir; insan, kendini paltosuyla özdeşleştirdiği için kendi kimliğini kaybeder. Bugün biz de benzer bir yanılsamanın içindeyiz: statü, tüketim, gösteriş… Hepsi geçici birer kabuk.

Belki de Akakiy’in paltosunun gölgesinde dolaşırken asıl kaybettiğimiz şeyin kendi öz-değerimiz olduğunu fark etme zamanı gelmiştir. Çünkü insan, “sahip olduklarından” değil, “insan olarak kim olduğundan” sorumludur.