Günümüz insanı her gün, her yerde kusursuz bedenlerle karşılaşıyor. Reklamlarda, dizilerde, sosyal medya akışlarında... Hepsi birbirine benzeyen, aynı kalıba sokulmuş ideal bedenlerin peşinde. Medya, insana ait kusurları neredeyse yok sayıyor. Ya kendi rötuşluyor, photoshopla gerçeği siliyor ya da makyajla sahte bir mükemmellik algısı oluşturuyor.
Bugün daha ilkokulu çağındaki çocukların bile güzel görünmek ile ilgili bir derdi var.
Estetik mi, Estetik Baskı mı?
Kızım bu aralar aldığımız paketleri inceliyor. Markalara bakıyor, ürünle paketin içi arasında bağlantı kurmaya çalışıyor. Marka adlarını sorguluyor. “Bu isimle bu ürünün ne ilgisi var?” diye soruyor. Sanırım boykot ettiğimiz markalardan sonra kendi araştırmalarını yapmaya başlaması bunda etkili oldu. Hangi ürün alınabilir, hangisi alınamaz; hepsini titizlikle takip ediyor.
Geçen gün de kızımın odasını boyamak için bir kutu boya aldık. Yine incelemeye başladı. “Bu duvar boyası değil mi? Makyaj malzemesi değil ki bu! Niye bunun üzerinde bir kadın resmi var?” dedi? O anda konu, bir anda estetik algısına dönüştü. Ve ben de bu soruyu genişletmek istedim:
Acaba Estetik Tam Olarak Ne?
Bugünlerde, özellikle çocuklarımızın gözünden baktığımızda, bu kelime bize ne anlatıyor? Etrafımızı saran bu görsel kusursuzluk bombardımanı, gerçekten estetiği mi yüceltiyor, yoksa bir mükemmeliyet dayatması mı çıkıyor ortaya?
Çocuklar ne yazık ki reklam tabelalarıyla, TikTok ve Instagram gibi platformlarda gördükleriyle gerçek ile illüzyon arasındaki farkı ayırt edemiyor. Amerikan Psikoloji Derneği’nin yaptığı bir araştırma da bu durumu destekliyor: Sosyal medya kullanımı ile ergenlerdeki beden memnuniyetsizliği ve beden algısı bozukluğu arasında doğrudan bir ilişki bulunmuş.
Yani daha ergenlik döneminde çocuklar vücutlarında bir kusur olduğuna dair takıntılı düşünceler geliştirmeye başlıyor. Bunun temel nedeni de sürekli filtreli görsellere maruz kalmaları. Bu görüntüler bilinçaltlarında normal hale geldikçe kendi doğal halleri onlara kusurluymuş gibi görünmeye başlıyor.
Bununla ilgili olarak Psikolog Dr. Jean Twenge Ben Nesli kitabında yeni kuşağın içsel dengeyi değil, dışsal onayı merkeze aldığını vurguluyor. Çocuklar, kendilerini iyi hissetmeyi bir ekranın sunduğu beğeni sayısına bağlamayı öğreniyor. Bu da onların üzerinde görünmeyen ama güçlü bir estetik baskı oluşturuyor.
Sosyal Medya Neyi, Nasıl Dayatıyor?
Bugün dijital dünyanın bize dayattığı bir görsel kültür var: filtreler, güzellik uygulamaları, yapay zekâyla düzenlenmiş görüntüler… Bütün bunlar, insanın doğal hâlinin dışında bir standart algısı sunuyor. Bu standartlaşmanın verdiği en mesaj da şu:
“Sen olduğun gibi yeterli değilsin!”
Bu algı, hem yetişkinlerin özsaygısını zedeliyor hem de kimlik gelişiminin en hassas döneminde olan çocukları derinden etkiliyor.
Özellikle ergenlik çağındaki gençler, sosyal medyada gördükleri o düzenlenmiş görüntülere ulaşmaya çalışıyor. Bu çaba, erken yaşta makyaj yapmaya, hatta estetik müdahaleleri düşünmeye kadar gidebiliyor. Kız çocuklarında bu durumun, özgüven kaybının yanı sıra depresyon ve yeme bozukluklarını tetiklediği de biliniyor.
Medyanın dayattığı bu standart mükemmeliyet algısı, doğal farklılıkları yok sayarak özsaygıyı adeta yerle bir ediyor.
Son yıllarda yapılan araştırmalar, artık cinsiyetten bağımsız biçimde, her influencer paylaşımının beden algısı üzerinde belirleyici bir rol oynadığını gösteriyor. Verilen mesaj hep aynı: İnce ol, kırışıksız ol, orantın bozulmasın!
Oysa bu, insan doğasına karşı açılmış bir savaş. Beden değişken bir yapıdır; insan doğar, büyür, değişir, yaralanır, iyileşir. Değişim yaşamın doğasında vardır.
Naomi Wolf, Güzellik Efsanesi adlı kitabında güzellik standartlarının kültürel ve politik bir kontrol aracına dönüştüğünü söyler. Sosyal medya da bu kontrol biçimini pekiştirir. Kadınların ve giderek erkeklerin dikkatini beden imajına yoğunlaştırır; insanı fiziksel görünümler üzerinden yargılayan bir ölçütler sistemine hapseder.
Dergiler, reklam panoları, televizyonlar ve dijital platformlar aynı mesajı tekrarlar: İdeal bedene ulaşmak mümkündür; yeter ki diyet yap, spor salonuna git, çabala! Oysa bu ideallerin çoğu ne sağlıklıdır ne de sürdürülebilirdir.
Bu mükemmeliyetçi, ulaşılamaz hedeflerin sonucu; artan plastik cerrahi oranları, beden memnuniyetsizliği ve anoreksiya gibi yeme bozukluklarıdır. Yalnızca ABD’de anoreksiya nervoza’nın yaklaşık 2,5 milyon insanı etkilediği biliniyor. Ülkemizde de sosyal medya fenomenlerinden bu nedenle hayatını kaybedenler oluyor.
Gerçek beden yerine sürekli düzeltilmiş görüntüler gören çocuklar ve gençler, zamanla kendi varoluşlarını sorgulamaya başlıyor. Kendi bedenlerinden uzaklaşıyor, bedensel deneyimleriyle bağ kurmakta zorlanıyor. Oysa bir insanın kendini kabul etme yolculuğu, değişken ve kusurlu yönlerini görmekle başlar; ardından yaratılışındaki doğal uyumu fark etmekle devam eder.
Çocukların Gözünden Beden Algısı
İngiltere’de yapılan bir araştırmada, 10 yaşındaki kız çocuklarının yüzde 80’inin vücutlarından memnun olmadığı ortaya çıkmış. Türkiye’de ise benzer gözlemleri okullarda, sosyal medya paylaşımlarında, hatta çocukların çizimlerinde görmek mümkün. Çocuklar, artık oyun oynarken bile güzel görünmeyi bir kriter olarak benimsiyor.
Estetik kaygı artık küçük yaşlara inmiş durumda. Bir ilkokul öğrencisinin “Göbeğim çıkmış mı?” diye sorduğunu düşünürsek geleceğin beden algısı nasıl şekillenecek, sormak gerekiyor. Çünkü çocuk, henüz kimliğini inşa ederken aynadaki yansımayla değil, çevresinden gelen bakışlarla tanışıyor.
Psikiyatrist Dr. Gabor Maté, Vücudunuz Hayır Diyorsa adlı eserinde, bedenin bir hikâye anlattığını söyler. Bu hikâye, bastırılan duyguların, beklentilerin ve kabullenilmeyen yönlerin toplamıdır. Bir çocuk kendi bedenini kabul etmeyi öğrenmeden, o bedenle sağlıklı bir ilişki kurabilir mi?
Ne yazık ki modern kültürün kusursuzluk ideali bu bağı koparıyor. Çocuklar, bedenlerini tanımadan yargılamayı öğreniyor. Her çizgi, her ben, her farklılık birer kusur olarak kodlanıyor. Oysa eskiden ben farklılık işaretiydi, şimdi ise alınması gereken bir kusur.
Pedagoglar bu durumu erken yaşta estetik farkındalığı olarak adlandırıyor. Yani çocuk, henüz kendini tanımadan, nasıl görünmesi gerektiğini öğreniyor. Estetik baskının kuşattığı bu çağda ebeveynlerin, öğretmenlerin ve medya üreticilerinin temel görevi şu olmalı:
Çocuklara görünmek değil; var olmak değerini hatırlatmak!
Ailelerin Rolü Nerede?
Ne yazık ki birçok aile farkında olmadan bu döngünün, bu baskının bir parçası olabiliyor. “Saçını düzgün tara, dışarı çıkacaksın. Arkadaşların ne der?”, “Çok kilo aldın bu aralar; biraz kilo verirsen kıyafetlerin daha güzel durur” gibi aslında iyi niyetli söylenmiş ama çocukların zihninde başka bir anlam oluşmasına sebep olabilir.
Bu tür ifadeler, çocuğun iç dünyasında “Güzel olursam kabul görürüm” şeklinde bir inanç oluşturabiliyor. Yani, sevgiye ve onaya layık olmanın şartı olarak dış görünüş yerleşiyor.
Psikolog Carl Rogers’ın koşulsuz kabul ilkesi tam burada devreye giriyor. Rogers’a göre sağlıklı bir benlik gelişiminin temeli, bireyin olduğu gibi kabul edilmesidir. Ancak pek çok insan, çocukluk döneminde koşullu kabul ile büyür.
Koşullu kabulde sevgi, belirli standartlara uymaya bağlanır:
· “Başarılı olursan seni severim.”
· “Uslu durursan seni överim.”
· “Güzel giyinirsen seninle gurur duyarım.”
Oysa bu mesajlar çocuğa, değerli olmanın doğal bir hak değil; kazanılması gereken bir ödül olduğu duygusunu verir. Böyle bir ortamda yetişen çocuk, zamanla kendi bedenine de aynı koşulları uygular: “Zayıf olursam güzel olurum.” veya “Beğenilirsem yeterliyim.”
Bir çocuğun gelişiminde görülmek ile izlenmek arasında ince ama hayati bir fark vardır. Görülmek; varlığının fark edilmesi, olduğu gibi kabul edilmesidir. İzlenmek ise bir performansın değerlendirilmesidir. Bugün çocuklar ne yazık ki izlenmeye daha çok alışıyor. Oysa sevgi gösteriden değil; samimiyetten doğar.
Sevgi; gözlerden taşar, sesin tonunda duyulur, bir elin şefkatinde hissedilir. Ve çocuk bunu hissederse güzelliğin onayda değil, yaradılışında olduğunu öğrenir.