Yalan… Hepimizin şikâyet ettiği ama “Ufak bir yalandan ne olur ki?” diyerek günlük hayatın içinde geçiştirdiğimiz, hatta bazen fark etmeden alışkanlık haline getirdiğimiz bir davranış. Peki, bu eğilimin altında neler yatıyor? Çocukluktan yetişkinliğe uzanan bu davranışın kökenine biraz nöropsikolojik, biraz da sosyal gelişim açısından bakalım istiyorum.

Neden Gerçeği Çarpıtma İhtiyacı Hissederiz?

Amerikalı psikolog Bella DePaulo’nun araştırmaları, insanların konuşmalarının büyük bir kısmında; küçük de olsa yalana başvurduğunu gösteriyor. Üstelik yalan söylemeyi ahlaki olarak yanlış bulan kişiler bile gün içinde fark etmeden yalana başvurabiliyor.

Peki, bunun altında yatan sebep ne?

Araştırmalara göre insanların yalan söyleme ihtiyacının iki temel nedeni var: Ya bir zarardan kaçmak isteriz ya da bir menfaat elde etmeyi umarız. Yalan söyleme davranışı genellikle bu iki temel motivasyon etrafında şekillenir. Daha da açacak olursak bu nedenleri şöyle sıralayabiliriz:

· Bir çatışmadan kaçınmak

· Utanç duygusundan korunmak

· Cezadan kurtulmak

· İlgi çekmek

· Sosyal kabul görmek

· Birilerini etkilemek

Kimi zaman kaçınma refleksiyle, kimi zaman da özgüven eksikliğinden kaynaklanan nedenlerle insanlar yalana yönelir. Dahası, bu davranışı meşrulaştırmak için hoş görülebilir bir kılıf da bulunur: “Bu sadece beyaz bir yalan, kimseye zararı yok.” Çünkü küçük ve önemsiz bir durumu idare etmek için söylendiğine inanılır. Böyle olunca kişi kendini daha az suçlu hisseder ve farkında olmadan yalanı kanıksamaya başlar.

Ama işin tehlikeli yanı burada başlar. Zamanla küçük yalanlar, daha büyük ve sürekli yalanlara zemin hazırlar. Bu noktada kronik yalancılık denilen durum devreye girer. En büyük nedeni ise çoğu zaman kendini yetersiz görme ya da düşük benlik saygısıdır.

Başta sadece bir durumdan sıyrılmak için söylenen bir yalan, zamanla ruh sağlığı üzerinde ciddi bir yük haline gelir. Çünkü kişi söylediği yalanları hatırlamak, yeni yalanlarla onları örtmek zorunda kalır. Bu da beraberinde daha yoğun bir kaygı döngüsü getirir.

Yalan Söylemek Ruh Sağlığını Nasıl Etkiliyor?

Kısa vadede rahatlatıyor gibi görünse de yalan aslında hem ilişkilerimizi hem de iç huzurumuzu kemiren sessiz bir zehir gibidir. Birkaç saniyelik bir kurtuluş hissi sunsa da arkasında uzun vadeli bir tedirginlik bırakır.

Nörolog ve filozof Sam Harris Yalan adlı kitabında dürüstlüğün yalnızca ahlaki bir erdem değil; aynı zamanda daha huzurlu ve dengeli bir yaşamın anahtarı olduğunu söyler. Harris’e göre dürüstlük, bir tür içsel özgürlüktür. Çünkü yalan söylediğimizde sadece başkalarını değil; kendi zihnimizi de manipüle ederiz.

Benim hayatımda da zaman zaman “Her doğru her yerde söylenmez” cümlesi bir kurtarıcı olmuştur. Fakat Harris’in de vurguladığı gibi mesele, gerçeği saklamak değil; onu nasıl söylediğimizdir. İncitici bir gerçekle incitici bir yalan arasında seçim yapmak zorunda değiliz. Gerçeği, karşımızdakini kırmadan da ifade etmek mümkündür. Onun dikkat çekici bir tespiti vardır: Gereksiz detayları saklamak ya da sessiz kalmak eğer aldatma amacı taşımıyorsa bu yalan sayılmaz.

Dürüst insanlar bir sığınaktır; çünkü onların ne düşündüğünü bilirsiniz. Arkadan farklı, yüzünüze farklı konuşmazlar. Bu güven duygusu, insan ilişkilerinin en derin ve en anlamlı temelidir.

Harris’in bir diğer önemli uyarısı ise şudur: Birinin iyiliği için yalan söylediğimizi düşündüğümüzde aslında onun hayatı adına karar vermiş oluruz. Bu da farkında olmadan kibirli bir tutuma dönüşür. Yani iyi niyetle söylenen bir yalan bile, karşımızdakinin kendi seçim hakkını elinden alabilir.

Küçük yalanlar zamanla büyük yalanlara dönüşür. Çünkü her yalan, bir sonrakini hatırlamayı gerektirir. Bu da zihinsel bir yük oluşturur. Kişi, neyi kime söylediğini hatırlamaya çalışırken sürekli tetikte kalır. Bu gerginlik, bedende kronik strese sebep olur; stres hormonları artar, uykular bölünür, huzur azalır.

Bir süre sonra bu durum sadece bedeni değil; vicdanı da yormaya başlar. Kişi pişmanlık, suçluluk ve değersizlik duygularıyla baş başa kalır. Güven duygusunu hem karşısındakine hem de kendine kaybeder. İlişkilerde onarılması güç çatlaklar oluşur. Daha da ileri giderse kişi kendi yalanına inanmaya başlar ve bu noktada artık profesyonel destek gerekli olur.

İlişkilerin Temeli Güvene Dayanır

Güven, bir ilişkinin çimentosudur; o olmazsa ilişki ayakta durmaz. İlişkinin sağlamlığı, tarafların birbirine karşı ne kadar şeffaf ve dürüst olabildiğiyle doğrudan ilgilidir. Çünkü insan, doğruyu bildiği ilişkilerde kendini güvende hisseder.

Bir yalan ortaya çıktığında, sadece bir bilginin yanlış olduğu anlaşılmaz; o sözü söyleyen kişiye dair algı da değişir. Güven kırıldığında artık doğru söz bile sorgulanır hale gelir. Bir kez güvensizlik sarmalı başladığında, zihinde durmaksızın aynı sorular dönmeye başlar:

· Acaba başka hangi konularda bana yalan söyledi?

· Bundan sonra nasıl inanabilirim?

· Söylediği diğer sözler de birer kılıf mıydı?

Yalan söylemek, aslında karşımızdakinin gerçeği bilme hakkına saygı duymamaktır. Çünkü güvenin özü, “Seni olduğun gibi biliyorum ve buna rağmen yanındayım” demektir. Bu bağ bir kez sarsıldığında, ilişkide kalan şey yalnızca belirsizlik olur.

Yalan Neden Normalleştirildi?

Diziler, filmler ve dijital içerikler çoğu zaman farkında olmadan etik algımız üzerinde iz bırakıyor. Özellikle popüler yapımlarda ana karakterin yalan söyleyip sonunda başarılı veyahut kazanmış biri olarak gösterilmesi, izleyicinin zihninde yalanın kabul edilebilir bir davranış gibi yerleşmesine neden oluyor. Böylece yalan, bir ahlaki zafiyet olmaktan çıkıp bir problem çözme yöntemi gibi kodlanıyor.

Sürekli yalan içeren hikâyelere maruz kalmak, zamanla duyarlılığımızı azaltıyor. Gerçek hayatta da benzer durumlarla karşılaştığımızda, eskisi kadar tepki vermiyoruz. Bir nevi ahlaki aşınma yaşanıyor. Dahası, sosyal medyada gördüğümüz parlatılmış hayatlar da bu algıyı pekiştiriyor. İnsanlar, ekrandaki davranışları normal kabul ettikçe kendi etik ölçülerini yitirmeye başlıyor.

Sosyal medyada kendini olduğundan farklı gösterme, başarıları abartma ya da kusursuz bir benlik oluşturma eğilimi arttıkça bireyler arasında kaygı ve tatminsizlik de artıyor. Çünkü sanal kimlik ile gerçek benlik arasındaki uçurum büyüyor. Bu fark açıldıkça içsel huzur yerini gerginliğe bırakıyor.

Yalanın Yerine Ne Koyalım?

Yalanın tohumu çoğu zaman çocuklukta atılır, yetişkinlikte biçilir. Yetişkinlikte davranış şekil değiştirir ama kökeni aynıdır: Kabul görme, cezadan kaçma veya sevilme isteği. Bu yüzden yalanı yalnızca söylenen yanlış bir söz olarak değil; bir baş etme biçimi olarak da görmek gerekir. İnsan, kimi zaman kendini korumak, kimi zaman da başkalarını üzmemek için gerçeği çarpıtır. Fakat yalanın kısa vadeli konforu, uzun vadede güveni, saygıyı ve ruhsal dengeyi zedeler. Dürüstlük yalnızca doğruyu söylemek değildir; aynı zamanda kendini olduğu gibi gösterebilme cesaretidir. Her doğruyu her yerde söylemek zorunda değiliz ama söylediğimiz şeyin ardında durmak, bir erdemdir.

Belki de mesele yalan söylememek kadar, doğruyu incitmeden söylemeyi öğrenmekte saklıdır. Gerçeği yumuşatmak, nezaketi koruyarak dürüst olmak mümkündür. Çünkü bazen bir kelimenin tonu, bir cümlenin niyeti, bir suskunluğun bile doğrulukla ilgisi vardır.

Ve belki de en başta sormamız gereken soru şudur:

Yalan söylemek bir kaçış mı, yoksa sadece dürüst olma cesaretini gösterememek mi?